23 Aralık 2010 Perşembe

Sevgili 2010

Git dostum, lütfen git sevgili atılım yılı 2010, arkana bakmadan git, sittir git.

21 Aralık 2010 Salı

Teknoloji Köşesi

Şu hergün onlarca yazı bıraktığım, milyarlarca insanın girdiği blogumda, futbol hakkında çok karalama yapmaya çalışmışken, kendi konu alanımla ilgili birşeyler yazmadığımı farkettim. Bir bilgisayar programcısı, bilgisayar öğretmeni, MCSE vs olarak kendi konu alanımla ilgili de bazı gönderiler yazmaya karar verdim bundan sonra. Denk geldiğim ve çözdüğüm/çözemediğim bir sorunu da yazabilirim, alakasız uç bir bilgiyi de, kullandığım ürünü, uğraştığım denyo bir kullanıcıyı, veya denk geldiğim herhangi bir IT geyiğini paylaşabilirim sizinle. Falan, filan ve de felan.

İlk teknoloji gönderisi de anektodsal olsun. Yeni iş yerimde IT'deki arkadaşım bana laptop aldıracakken sağolsun i5 işlemcili bir Asus sipariş etmek istedi. Kasa olarak çok beğenmesem de fiyatına göre özellikleri gayet iyi olan bir laptoptu bu.
Sonra işten ayrılan bir arkadaştan gelecek olan Centrino işlemcili bir Toshiba düştü kısmetime. İşlemci ve ekran kartı (Asus 1 gb ATI; Toshiba 512 mb ATI) dışında bütün özellikleri aynıydı laptopun. Ama kasası sebebiyle bence Asus'tan daha iyi oldu.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Ayküt Kocaman

Aykut Kocaman denince, futbolla ilgilenen herkeslerin aklına başka bişey gelir. Kimi ilk futbolculuğunu bile bilir, kimi oyunculuğunun sonundaki kısa bir dönemde takımından şutlanışını hatırlar. Kimi de yaşı yetmez sadece teknik direktörlüğünü hatırlar. Bize çok gol attığını hatırladığımdan biraz uyuz oluyorum kendisinin topçuluğuna, çekememekten. Teknik tıraktör olarak da muhteşem bir cevher olduğunu düşünmüyorum. İyi bir hoca ama bence en azından şu an ve önümüzdeki 5-6 yıl Feneri çalıştıracak kalibrede değil, o kıvama henüz gelmedi. Falan, filan vs.

Günümüzde ise yani son zamanlarda Ayküt Kocaman dendiğinde benim aklıma direkt olarak "yarım kaşlı adam" tamlaması geliyor. Geçmiş ve şu andaki kariyerinden çok kaşlarının neden böyle olduğunu merak ediyorum ya. Saçma değil mi? Evet gayet saçma, git işine Kamil yaa.

Traş

Efenim geçen gün söylemesi ayıp sakal traşı olmam lazım. (Bunun da nesi ayıpsa, hey Allahım.) Traş köpüğü bitmiş, derhal babamın eski usül traş kremlerinden birini alıp sürdüm ve köpürtmeye başlarken keskin böyle nanelimsi bir koku geldi. Vaay dedim, çakal babama bak mentollü filan takılıyor. İşte köpürttüm iyice ama bu iyice köpürtmeden sonra gözlerim yanmaya başladı. Sonra kontol amaçlı bir baktım ki kamil gibi diş macununu sürmüşüm krem diye. Şimdi öncelikle şunu sordum kendime: Ben nasıl bir gerizekalıyım?

Sonralıkla da dedim ulan sürmüşüm hazır traşımı olayım bitsin gitsin. Hemen akabinde yukarıda kendime sorduğum soruya ek olarak manyak olup olmadığımı da ciddi bir şekilde düşündükten sonra yüzümü yıkadım. Traş kremini bulup sürdüm, traşımı oldum. Gerçi aklım da macunda kaldı bir deneseydim keşke, belki de devrim yapacaktım dünyada. Bu da geçti ya aklımdan ya yuh bana artık.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Christian Bale

Arkadaşım, fabrikatörü oynarsın aynı tripler aynı pozlar, fakirlikten geberen adamı oynarsın aynı tripler aynı pozlar. Bu lafı Türk dizi piyasasındaki oyuncuların yüzde 90'dan fazlasına söyleyebilirim. Biraz fark olmaz mı lan arada? Raging Bull filmi için adam 20-30 kilo alıyor. Sen bir çalışmıyorsun fakir nasıl olur, Adanalıyı oynayabilmek için o gerekli lehçe nasıl olur diye?


Aşağıdaki ve yukarıdaki fotoğraflarda yer alan adam aynı; Christian Bale. En çok Batman serisiyle bilinir ama ben ilk Amerikan Sapığı filminde izledim bu abiyi, vücut fit böyle, karın baklava; kollar ve butlar deli gibi kaslı filan çalışmış yani abi. Yukarıda görebilirsiniz. Bir de aşağıdaki The Fighter filmindeki haline bakın abinin.

Messi'ye sahada şok


Alıntı:
"Dün akşam oynanan Panathinaikos -Barcelona maçında sahaya inen Panathinaikos taraftarı Messi'ye yönelik yaptığı hareket ile Arjantinli futbolcuyu şok etti."

24 Kasım 2010'da Yunanistan'da oynanıyor maç, Barcelona 3-0 yeniyor Panathinaikos'u. Sahaya bir adet su katılmamış dallama giriyor. Dallama nedir diye soranlara "ahan da budur, bu ve bunun gibilere dallama diyoruz biz" diyerek açıklama yapabilirsiniz. bu eleman koşa koşa Messi'nin yanına gidiyor ve orta parmağını gösteriyor.

Şimdi bazı sorular var:

1- Barcelona zaten bir terslik olmazsa çatır çatır yenecek hıyar neyin peşindesin sen? Milyonlarca euro değeri olan bir futbol kulübü saha gelmiş insan gibi izlesene.
2- Rakipten biri takımına birşey mi dedi de böyle yapıyorsun?
3- Oldu da dünyaya "Ben bir sığırım" diye haykırmak istedin, bunun için hareket çekeceğin adam Messi midir?
4- Efendi olmaktan daha uzak bir adam olsaydı ne yapacaktın?
5- Montunu bile donunun içine mi soktun?
6- O don nedir lan öyle hayvanın oğlu?

8 Aralık 2010 Çarşamba

23 Kasım 2010 Salı

Cimbomlu Kuarejma

Ufak bir ayrıntı evet, fazla ufak hatta. Ama Kuarejma'nın haberi Habertürk internet sitesinin Galatasaray bölümünde. Milliyet, Hürriyet ve son zamanlarda Habertürk'ün et gösterme çabalarındaki galerilerle web sitelerini doldurmaları zaten bilinen bir şey ve bu kafalarla yönetilen sitelerde bu ayrıntı çok küçük belki ama bence dikkat edilmelydi.

Bülent hanım çakarsa

Sanat müziğinin divası kendisi ve kendisiyle yaptığı evlilikle alakalı olarak "Bülent’le çaresizlikten evlendim. Boşanırken tek kuruş bile almadım” demiş yakın zamanda. bülent hanım da cevap vermiş ama sağlam çakmış. Laf soktuğu o kadar çok yer var ki, burdan dikkat edilmesi gerektiğini, kendisiyle tartışılacaksa kızdırmadan sakince konuşulması gerektiğini anlıyoruz. Bakınız cevap beyanatına, daha ilk cümleden başlıyor çakmaya.

"Boşanmamızın üzerinde 3 yıl geçti ancak kendisi hala koyduğum yerde otluyor. Benden başka kendisine sorulacak hiçbir değerli konusu olmayan aciz ve donanımsız bir kişilik. Neymiş ben ona albüm sözü vermişim. Demekki sen bu evliliği bunun için kabul ettin, yani kendini sattın. Kendisini tanıdığımda Torbalı’da 100-150 liraya düğünlerde klavye çalıyordu. Geldiği yeri unutmayacak, ona göre konuşacak.

Neymiş benden boşanırken bir şey istememiş. Almak istedi ama ben vermedim. Bülent Ersoy olduğumu unutup bunun için araya mafyayı bile koydu. Ancak onun araya koyduğu mafya bozuntularının ağababalarını tanırım ben. ‘Almadım’ değil ‘alamadım’ diyecek. Onun bir de konuşma yasağı var ve bunu ihlal ediyor. Dikkat etsin de kendisine yüklü miktarda bir tazminat davası açmayayım. Adamın ayağından donunu bile alırım yoksa.

Bu evliliğe kimin daha çok meraklı ve istekli olduğu düğün görüntüleri, fotoğraflarıyla ortada. Konuşmama gerek bile yok. Ayrılmamıza gelince esasında hayatımın en büyük yanlışını ben kendisiyle evlenmekle yaptım. Ayrıca o değil ben onu boşadım. Bu mahkeme kayıtlarında da mevcuttur.

Bülent Ersoy’la evliliğim yüzünden bana kız vermezler diyor. Unutmasın ki Bülent Ersoy’la olmak insana sadece şeref verir. Evliliğinin 20’inci gününde atlayıp zıplayıp sadakatsiz olursan sana kim güvenip de kız verir a çocuk. Ayrıca ben onun Seda Sayan Hanımefendi’nin programında yılan gibi kıvırdığı dansını daha önce görseydim onu zaten kendime koca etmezdim. O görüntüleri izledikten sonra zaten yatağımı ayırdım.

O çocuk benim hakkımda konuşmayı bırakıp kendisi gibi talebelerimden olan ‘ablam’ dediği evli bir şarkıcı namzetiyle kaldıkları otel odalarında program yetkilileri tarafından nasıl basıldığını hatırlasın. Sonra da benim bu görüntü ve çekilen fotoğrafları maddi manevi gücümü kullanıp nasıl hasır altı ettiğimi daha da unutmasın."

20 Kasım 2010 Cumartesi

Kanal D

Habercilikte çığır açtı Kanal D. Üç yaşında kayıp bir bebek var, bebeğin ailesinin evindeler ve canlı yayındalar. Neden ordasınız abi? Bebek bulunmamış daha, hani oldu da bulundu olası bir kavuşma anından iyi bir köpürtmeyle dehşet reyting toparlanabilir ama bebek yok ortada. Kenarda bir "az sooora" yazısı.

Muhabirin kulaklığına bir haber geliyor, muhabir bebeğin 5-6 yaşlarındaki abisini dışarı gönderiyor. Çok duyarlı sağolsun. Sonra da anneye "bir çocuk cesedi bulunmuş" diyor. Anne de kayış kopuyor ve kendini yerlere atıyor. Sonra da muhabir toparlıyor kendince: "çocuk sesi duyulmuş duyulmuş, ben yanlış anlamışım."

Orda ne işin var ya, ortada birşey yok niye ordasın? Kanal D'nin en başındaki insandan ta o muhabire kadar bunu sorgulayan bir insan evladı yok mu abi ortada? Ölüm haberi alsan bile o an çocuğun annesine söyleyebilmek nasıl bir zeka ürünüdür. Sonrasında "Ben de anneyim, özür diliyorum" diyorsun da, ceset bulunduğunu söylerken hiç mi düşünmüyorsun karşındaki kadının durumunu, koymuyor musun hiç kendini onun yerine ya? Sakin düşünmeye çalıştığında karşına alıp bu ve bu tip şeyleri sorası geliyor insanın ama yok öyle birşey. Görüntüleri ilk izlediğinde insan normal kalamıyor.

Noldu şimdi; bir hatadır oldu. Bu kadar göz göre göre hata mı olur? Bu kadar reyting delisi ve popülist bir organizasyonla oraya gidene kadar, bu hatanın oluşmasını engelleyeceğin trilyon tane aşama varken "Bir hatadır oldu" diyemezsin.

Herşeyin ama herşeyin unutulabildiği ve zamanla normal karşılanabildiği bir yer bizim ülkemiz. bu da unutulacaktır. Reyting peşinde koşan ucubettinler daha ne maceralara sürükleyecek bizi kimbilir.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Zurger Kink

Geçen gün Zurger Kink'e gittim. Söylemesi ayıp, hayvan gibi aç olduğumdan iki küçük menü 9.95 olayına girdim. Bir adet Vupır Cünyır ve bir adet te Kink Nagıts menü aldım. Kasiyer de "Buyrun boşan da semerini ye menünüz hazır" diyerek tepsi dolusu zımbırtıyı bana verdi.

Neyse efenim bu menüleri yiyorum ben şunu farkettim ki; bu iki menüye sadece bir adet peçete koymuş sayın dangoz kasiyer kardeşim. Bu kasiyer kardeşlerimin bir el atımında maksimum iki peçete tutma olayına zaten aşinaydım ben. Peçeten yetmedi mi, git iste, alacağın peçetenin sayısı -farklı birlkaç şey söylemezsen- ikidir. Ama bir peçete olayı zirve oldu.

Akabinde ne oldu, gittim peçete istedim başka bir kasiyer kardişimden. İki adet peçetemi alıp oturdum yerime.

Dilinden anlayan bülbül az olur

Kara bulutları kaldır aradan
Vay aman vay aman vay aman vay
Beri gel gönlüme çağlayanım gel

Ne kadar özenmiş seni yaradan
Vay aman vay aman vay aman vay
Beri gel gönlüme çağlayanım gel

Dilinden anlayan bülbül az olur
Vay aman vay aman vay aman vay
Beri gel gönlüme çağlayanım gel

Sen gelmezsen bahar geçer yaz olur
Vay aman vay aman vay aman vay
Beri gel gönlüme çağlayanım gel

Dinlemek isteyenlere:
http://fizy.com/#s/1aguqh

4 Kasım 2010 Perşembe

Olur böyle şeyler

31 Ekim 2010'da bitti bu hissiyat. Hoşgeldin 2010. Düğmem varmış da kendimi açmam gerekiyormuş.

Olur böyle şeyler, olur mu gerçekten?
Yok, olmazmış.
Her zaman olmaz böyle şeyler.
Bu kadar sıradan kelimelerden motto çıkar mı?
Çıkarmış.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Mal seyirci

Dün Spartacus dizisi bitti cnbce kanalında. Zaten intörnetten indirdiğim ve önceden izlediğim bir mevzuyu izledim. İşte iki gladyatör toparlanıp uzun gladyötere dalıyorlar filan filan. Bölümün sonlarına doğru gördük ki bu amarigan filmlerinde ringde, arenada dövüş izleyen seyirci profili mal ötesi. Hemen akabinde "cnbce'nin kendi dizilerini zikmesi" politikasının bir aktivitesi olarak e2'de de yine aynı bölüm başladı. Tekrar aynı mal topluluğunu, malafat kokteylini izleme fırsatım oldu.


Şimdi Spartaküs'le Crixus benden bile yarım metre uzun olan bir abiyle ikiye bir kapışacaklar. Önceki maçta Spartaküs ölmedi diye bu ipneler güruhu maçın girişinde Spartaküs anons edilince yuhalıyorlar. Crixus geliyor sevgi gösterisi yapıyollar filan. bu ikisi yanyana yarmaya karşı kapışacaklar. Sen birini alkışlayıp birini yuhalıyorsun; gayet mantıksız.

Neyse efenim, bu yarma abi Crixus'un ağzını burnunu kırıyor, her tarafını kesip doğruyor. Akabinde de Spartaküs abimiz yarmayı diziyi sevenleri coştura coştura, kafasını vicudundan ayırmak suretiyle öldürüyor.

Arenayı dolduran, hepsinin IQ'sunu toplasak beş rakamına ulaşamayacağımız binlerce insan napıyor biliyor musunuz? Kollarından tutulup sürüklenerek götürülen Crixus'a üzülen yok ipnelerden. Bu sefer maçın başında, üstüne taş maş attıkları Spartaküs'e tezahürat yapıyorlar filan. Bir de böyle tempo tutup "spaatıkıs ... spaatıkıs" diyorlar. Ulan Allah belanızı versin kaypak ibneler, karaktersiz yavşaklar.

Rocky 4'te de vardı bu en aklıma gelen. Nerde bir ringli, arenalı film varsa vardır kesin. Belki Benhur gibi eski filmlerde yoktur. Neyse işte böyle karaktersiz olmamak lazım.

15 Ekim 2010 Cuma

Fakyu - 03


Geçen gün dehşetcengiz arabamla çıkmayıp toplu taşıma ile doğrudan müşteriye gidecektim ki bir sığırın kullandığı bir halk otobüsünde şöyle bir muhabbete denk geldim. Durakta ben bindikten sonra çok yaşlı bir amca kapıya doğru geldi ve "Okmeydanı Hastanesi'nden geçer mi" diye sordu. Şoför olan hayvan da gayet kaba bir şekilde "Geçmez geçmez, 41AT geçer ordan" diye bağırdı amcaya.

Sorun şu; bu ayının sürdüğü otobüs 522B hattında ve amcanın istediği yere sadece 41AT değil 522 gidiyor. 41AT, 522'ye göre daha seyrek seferleri olan bir hat. Ama bu sikko, 522 ile 522B arası birşey mi var ne var anlamadım ama amcaya daha seyrek geçen hattı tavsiye ediyor. Bu denyo şoför de hastaneden geçen otobüsü amcaya söyleyip azıcık yardımcı olmak yerine doğrudan bu yolu seçmiş bulunuyordu. Gidip "Niye bağırıyorsun adama, sen hastaneden geçen otobüsü bilmiyor musun, adam gibi yardımcı olsana" dedim. "Noldu abi ya" deyince de "Bırak ya, başlarım şimdi sana da abine de" diyerek indim şoförü boktan vücuda getirilmiş olan ve sanırım bu yüzden bok kokan otobüsten. Zira sığır dayanışması yapıp bana dalabilirlerdi de.

Amcanın yanına gidip haberim yokmuş gibilerinden nereye gideceğini sordum, otobüs gelene kadar onunla bekledim, 522 geldi tabi önce, amca bindi ben de gittim ufaktan müşteriye.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Yuh

Abi siz nasıl yalancı adamlarsınız ya. Çocuk ne demiş koydukları başlığa bak ya. Haberin linki birkaç bin kere daha fazla tıklansın diye yaptıkları ipneliğe bak. Cımbızla çekmişler; "milli marşlar okunurken maça konsantre olup maçı düşüneceğim" demiş, burdan çıkardıkları başlığa bak. 8 kelime söylemiş, 4 kelime yazmışlar biri Mesut'a ait olmayan. Bir de tırnak içinde yazmışlar sanki alıntıymış gibi. Yazıklar olsun Milliyet sana.

Haberin webdeki hali ve webdeki metnide aşağıda:


‘İSTİKLAL MARŞI’NDA MAÇI DÜŞÜNECEĞİM’
Almanya'da futbol oynayan Türk asıllı oyuncu Mesut Özil, gol atınca tepki vereceğini belirtti, bu forma altında oynamaktan gurur duyduğunu söyledi.

Genç futbolcu, "Yenmek için her şeyi yapacağız. Türk Milli Takımı’ndaki bazı oyuncularla iletişimdeyim. Onlarla oynamaktan mutluluk duyarım. 3. nesil bir Türküm. Almanya’da doğdum ve büyüdüm. Almanya için oynamaktan gurur duyuyorum. Başka milli takımda oynamak benim için sözkonusu değildi" dedi.
Alman Milli Takımı’nda herkesin kendisine destek olduğunu belirten Mesut, maçta gol atması durumunda sevinç yaşayıp, yaşamayacağı ile ilgili soruya, "Gol atarsam, tabii ki aniden tepki vereceğim. Bakalım" yanıtını verdi.
Milli marşlar okunurken, nasıl davranacağının sorulması üzerine de Mesut, "Milli marşlar okunurken, maça konsantre olup, maçı düşüneceğim" diye konuştu.
Mesut, bir gazetecinin, "Alman Milli Takımı’nı değil de Türk Milli Takımı’nı seçseydin, Real Madrid’de oynayabilir miydin?" sorusuna ise, "Hiç düşünmedim. Dünya Kupası’ndaki oyunum Real Madrid’de oynamamı sağladı" diyerek cevap verdi.

8 Ekim 2010 Cuma

Doğum günü


Tamamen geyik bir yazıyla daha karşınızdayız arkadaşlar. Bunu niye buraya koyuyorum. Feysbukta filan siyah yazıların olduğu hali var. Ama bence esas hali aşağıdaki gibi olmalı.

Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı. Uyku sersemi adam telefonu açtı. Telefondaki ses annesine aitti. Çok telaşlandı, korktu başlarına bir şey mi gelmişti? Kalbi her evladın başına gelebileceği gibi pır pır atmaya başlamıştı.

Annesi 'Nasılsın oğlum iyi misin?' diye sordu.

Oğlu şaşkın bir ifadeyle telaşında etkisiyle tabi, çocukcağız annesini düşünüyor 'İyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu siz iyi misiniz?' dedi.

'Biz iyiyiz bir şeyimiz yok sadece sesini duymak istedim' dedi anne.

Oğlu da az önceki telaşlanan hallerinin tamamen hikaye olduğunu gösterecek şekilde 'Anne bunun için mi aradın saat sabahın üç buçuğu yarında konuşabilirdik' dedi.

Annesi de "ne oldu benim angut oğlum" demektense 'Rahatsız mı ettim oğlum?' dedi.

Oğlu da öküzlüğünden zerre taviz vermeyerek telefondaki kadının çocuğu olmadığını ispatlamaya çalışırcasına 'Evet anne, biraz öyle oldu' dedi.

Anne de böyle denyo bir çocuğa davranması gerektiği gibi davrandı ve '30 sene önce sen de beni bu saatte rahatsız etmiştin, doğum günün kutlu olsun' diyerek telefonu kapattı.

Teyze biraz çakmış evet, ama böyle bir sığırı ne yapsın, mezbahaya mı satsın, sıfırdan anaokuluna mı yazdırsın. Napsın abi ya değil mi?

7 Ekim 2010 Perşembe

Kanser hakkında


Çağımızın hastalığı, sinsi ve bir o kadar da yauşak bir hastalık olan kanserle ilgili geçen -geçen derken dün- bir yazı okudum Habertürk web sitesinde. bu yazı zebellah kadar uzun fakat okunması gereken önerileri var. bu önerilere dikkat edersek kanseri büyük ölçüde önleyebilirmişiz. Bu yazıyı kopi pest yapmak istemedim. Aslında isterdim fekat kendi edebi dilimle size aktarırsam daha iyi olacağı kanaatine vardım. Lütfen artislik yapmadan dinleyiniz.

1 - Normal, sağlıklı bir kiloda olabildiğince ince kalmaya çalışın demişler. İnsanlar 21 yaşından sonra kilo almaya başlar ve bunu veremezlermiş. Zaten bu yaşı 15 yıl geçip de hala kilo almayan bir tek bizim su balesi gurubundan Tunç var. normal kiloda kalmak sadece kanser değil, birçok hastalığa karşı bizi koruyacak bir olaymış. bunu ben yaşayarak öğrendim zira 6-7 kio verince fıtıksal ağrılarım baya azaldı. Sözün özü ayı gibi yemeyin kilonuza dikkat edin lan. Dünyanın proteinini, karbonhidratını boşuna vücüdunuzda tutmayın.

2- Fiziksel aktiviteler kansere karşı koruyucuymuş. İşten veya okuldan eve gittiğinizde öyle mal gibi televizyon karşısına ya da internet başına oturmayın diyor. Koltukların kıçınızın şeklini almasındansa kıçınızı kaldırıp iki tur atın semtinizde.

3- Fast food’u nadir olarak tüketin demiş ama bu konuda bence kendinize sayı belirleyin. Örneğin ben haftada maksimum 2 tane kutu asitli içecek içiyorum, ik haftada bir Cük Damılts veya Zurger Kink hakkım var filan. Bu yiyecekler işlemden geçtiğinden fena kalori içeriyorlarmış. Bunları çok yemeyin, "ama abi çok lezzetli" filan diyenin kalbini kırarım bak.

4- Bol bol bitkisel gıdalar yiyin kısmına katıldığım dördüncü maddenin kalanı biraz coşarak gitmiş. Demişler ki "Nişastalı (makarna, patates, mısır, bezelye, bal kabağı, pirinç, ekmek, kuru fasülye, nohut) olmayan sebze ve meyve tüketiminiz günde en az 600 gram olmalı. Günde en az 5 porsiyon (en az 400 gram) nişastalı olmayan sebze ve meyve yiyin. - Her yemekte işlenmemiş tahıl ve baklagil tüketmeye çalışın." Biraz bokunu çıkarmışlar sanki, Günde en az 800 gram havyar yiyin.

5- Kırmızı et tüketimini azaltın ve işlenmiş etlerden kaçının, kırmızı eti haftada 300 gramdan fazla tüketmeyin. Bu kurala ülkemiz şartlarında uymak çok zor değil zaten değil mi dostlar. Et besinsel açıdan çok güçlü bir yiyecekmiş, protein, çinko demir, B12 vitamini içerir. Gelgelelim vejeteryanlarda birçok kanser türünün daha az göründüğü gibi bir gerçek varmış efenim. iki ucu boklu değnek yani, ortasından tutun.

6- Alkole sınır koyun. Ağzınızla için şu mereti. Bazı kanserleri tetikliyormuş ama ölçülü alkol tüketimi koroner kalp hastalıkları riskini önemli ölçüde azaltıyormuş. alın size bir başka değnek daha. Hiç tüketmeyen yeşilaycılar için sorun yok tabi de, diğer tayfanın dikkatli gitmesi gerekiyor.

7 - Tuzu azaltın ve peynir örnekleri gibi küflü yiyeceklerden kaçının. Kesin değil ama hazırlama ve koruma yöntemlerinde tuz kullanılan yiyecekler mide kanserine neden olabiliyormuş. Bir de sıcak havalarda uzun süre naylon torbada kalmış kuruyemişlerde aflatoksin ürüyor. İhtiyacınızdan fazla tahıl ve kuruyemiş almayın.

8- Bu garip ama önemli bir madde: Tüm besin ihtiyacını sadece yediklerinizden, içtiklerinizden sağlamaya çalışın. Azıcık hasta olduğunuzda vitaminlere vs.lere atlamayın. Ya da genel olarak yardımcı olan diğer hapsali, ilaçsal şeylerden kaçının demişler. 2010 yılında asprin bile içmemiş bir adam olarak gayet memnunum bu huyumdan. Nezle, grip gibi hastalıklardan da ilaçsız çıkmaya çalışıyorum ben. Çoğu zaman çıkıyorum. Belki de 3 günde kurtulacakken 5 günde kurtuluyorum ama çok şükür bu sayede zebellah gibi bir adam oldum çıktım.

Bu sene yengemi kanserden kaybettik ve o kadar çok kanser tanıdığımdan kansere dair şeyler duydum ki burda bulunsun istedim internette görünce. Aman dikkat edin siz de. Durumunuz iyiyse yılda iki çekap yaptırın filan ne bileyim uyumayın oğlum.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Sinek


Geçen pazar gecesi hangi deli beni dürttüyse oturdum sabaha kadar Spartaküs'ü seyrettim. İnternetten indirilmiş yüksek çözünürlükte versiyonlarını izlediğimden bol bol kan, götella ve et gördüm. Doğranan abiler vs. Bu başlı başına ayrı bir yazı konusu olsun. Esas ayrıntı başka çünkü.

Saat ilerledikçe planlar sapıtıyordu önce dedim ki sabahlarım artık battı balık hesabı, sonra dedim şu bölümden sonra yatiiim bari bir saat, sonra dedim ki izleyeyim sonuna kadar akabinde duş alıp işe gideyim vs vs. En sonunda da 06:43'te saati 07:15'e kurarak yattım. Hemen uykuya dalarsam 32 dakika uyuyabilecektim planlarıma göre. 07:15'te saat öttüğünde duşu iptal ederek, saati ileriye kurarak, uykunun yeryüzündeki en güzel olay olduğunu bir kez daha hatırlayarak tekrar yattım ve teorik uyuma süresini 92 dakikaya çıkarttım.

Esas ayrıntı ise bir adet sinek. Uzandım geziyor etrafımda, vız vız, kafama kondu iki kez elimi salladım filan, sonra pikeyi kafama sardım sadece yüzümü dışarda bıraktım. yüzüme kondu ipnetor. Pikenin altına girdim, terlemeye yüz tutunca çıktım. Hala vız vız dolanıyor. Velhasılı kelam 92 dakikalık bir iyi sayılabilecek uyku dilimini bana haram etti bu yauşak. Neyse efenim, intikam almaya yemin ettim ben.

Saat 08:15'te alarm öttüğünde -içimden küfrederek- derhal kalkıp perdeyi açtım. Banyoya gidip traş oldum ve odaya geri geldim, angut sinek yapışmış pencereye dışarı çıkmaya çalışıyordu. Bir peçeteyle yakaladım kendisini. Peçeteyi kendime doğru çevirdiğimde ayaklarını oynatıyordu bu ufak tipteki lavuk. Parmaklarımla yaklaşık dört bin paund'luk bir güç uygulayarak sineği peçetenin içinde yüzeye yaydım. Bir daha, bir daha bastım; hırsımdan dişlerim bile gıcırdadı. Evden çıkarken ayakkabıyı bağladığımda bağcıkları koparıp cırt cırtlı bişey giymek zorunda kaldım filan. Yolda, trawmayda vesaire hırsım geçmedi. Belki de o yüzden milleti dövesim geldi o kadar.

Yazı da nerden nereye geldi anasını satiim.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Tramvay

Bugün Fındıklı'daki bir müşteriye gitmek için tek vesayit gidebileceğimden ötürü gayet mantıklı bir şekilde trawmayla yolculuk edeyim dedim. Etmez olaydım. Arka arkaya dört tane tramvaya binemedim. Gelene de istif edilecek şekilde binebildim. Balık konservesi gibiydik ahaliyle. Ortamın sıkışıklığını anlatmaya sıfatlar yetmiyor. Tutunmadan gidebiliyorduk diyeyim siz anlayın.

Kavga, dövüş, fort çabaları. O kadar dövülecek adam varki şu İstanbul'da. Biraz radikal bir adam olsam sopayla dalacağım en az 20 - 30 adam vardı bugün tramvayda.

Sabah kalkmışsın, duşunu almışsın, traş temiz, prezentabilite dorukta, tek bir vasıtayla rahat rahat işine gitme hayalindesin. Sadece 10 adet dakika geçiyor; içinden "Burdan 20-30 adamı rahat silkelemek lazım", "Tabancam olsa yarısını şutlarım bunların" diyecek raddeye geliyorsun. Enteresan ya şu travmay.

3 Ekim 2010 Pazar

Halısaha Maçlarım - 3 (26 Eylül)

Evet sevgili dostlar; "sen de ne iğrenç bir adam çıktın ulen Kamil" dediğinizi duyar gibiyim ama yapacak çok birşey yok ne yazık ki. Geçen ay yaptığım son maçı da size aktarıp, tekrar anektotlar da aktararak doğal ritmime dönmek istiyorum blog kariyerimde.

Bir önce bahsettiğim dehşetcengiz maçtan sonra hemşosiporla bir maça daha çıktım. Zira su balesi ekibi bu hafta maç almamıştı. Neyse efenim çok ayrıntı verip kafa şişirmeyeceğim bu maçla ilgili. 12-9 yenildik anasını satiiim. Bizim hemşo gurubunda top yapabilen adamlar belli; benim gibi yapamayan kamiller de belli. Kadroyu yapan dangoz Serhat bu top yapan adamların 4 tanesini rakibe vermişti. Sadece kendisi ile birlikte 2 kişi vardı bizim takımda top yapabilen.

Top yapabilmek dikiş makinesinden sıfırdan bir topu üretmek manasına gelmiyor tabiki. topu sürüp adam geçebilen, saklayabilen adamları kastediyorum Ömer Süründür hesabı.

Neyse efenim bu maçta da 1 adet golümü attım ama rakip bize göre daha iyi fitbolcülerden kurulu olduğundan götella olmaktan kurtulamadık. Kendimizi yırtıp 4-4 yapıyoruz biz; onlar kendilerini hiç yormadan 6-4 yapıyorlar işte. Neyse işte arkadaşlar, aldık mağlubiyetimizi oturduk yerimize.

1 Ekim 2010 Cuma

Halısaha Maçlarım - 2 (19 Eylül)

Ayın ikinci maçını bizim Türk Su Balesi Koruma ve Yaşatma Derneği'nden dangozlarla yaptım. Beş yüz maç aradan sonra gol attım. Bahsi geçen maçı Beşiktaş Muratpaşa tesislerinde oynadık ve uzun bir aradan sonra iyi oynadığım bir maç oldu. Güçlü bir kadroyla başladığımız maçta ilk dakikalarda öne geçtik ve üstünlüğümüzü maç sonuna kadar koruduk 7-2 yendik rakip kardişlerimizi. (Onlar 7-2 yenseydi, yendi bizi ipnetorlar olacaktı ama neyse.)

Bu maçta iki adet gol atıp iki adet de asist yaptım. Bu benim için gayet iyi bir istatistik zira önceki maçlarda fıtıkıma rağmen iyi koşup yer yer iyi paslar atabilmeme rağmen çok içime sindiremiyordum yaptıklarımı. Gelgelelim bu maç milat gibi birşey oldu. 3 Ekim'de aynı ekiple bir maç daha yapacağız ve büyük ihtimalle bu maçta bacağımı elime alıp höt gibi oynayacağım.

İkinci golüm

Neyse efendim, bu maçta bir kişiyi geçtikten sonra topu kaybetmek üzereyken can havliyle ayağımın burnuyla yaptığım yavaş sayılabilecek vuruşu sevgili kardeşim Gökhan içeri aldı. Bu takımın ikinci golüydü ki harbiden yanılmıyorsam son 6-7 halısaha maçımda attığım ilk goldü. Dolayısıyla bana bir güven geldi ve daha çok top kullanmaya filan çalıştım. Bencillik fazla yapmadım zira takımda 3 tane süperstar modunda oynayıp çok pas vermeyen kamil vardı. Neyse ki bu bireysel oyun çok yüksek dozda değildi; arkadaşlara iki bağırıp küfredince pas veriyorlardı.

İkinci golüm ise büyük ihtimalle önümüzdeki 3-4 yıl atamayacağım türdendi. Ben bize göre sol kanat çizgisindeydim ve önümde ileriye koşan Murat vardı. Beni kollayan arkadaş pas atacağımı düşündüğünden Murat'ın tarafını kollamaktaydı. Ben de topu sağıma çekip bir iki adımdan sonra sağ ayakla (zaten solumu sadece koşmak için kullanıyorum) şutu gönderdim. Sonradan konuştuğumuz üzere kaledeki Cengiz kardeşimin auta çıkacak diye bıraktığı top doksandan gol oluvermişti.

Maçtaki arkadaşları tehdit ve gözdağı ile korkutarak ikinci golümün günler boyunca muhabbetten kusası gelen kız arkadaşlara bile anlatılmasını sağladım. Ama birkaç ortamda da artık imana gelip önümüzdeki birkaç yıl bir daha böyle bir gol atamayacağımı kabul ettim. Hayırlısı artık.

Sözün özü çalım atabildiğim, top kesebildiğim, iyi paslar atabildiğim ve gol de atabildiğim bir maç oldu. Helal olsun bana.

Halısaha Maçlarım - 1 (10 Eylül)

Geçen Eylül ayı içinde üç adet maç ettim. Sırasıyla ayrı anektodlarla neler yaptım neler ettim anlaticiiiiiim. Çünkü halısaha bir Türk erkeğinin en zayıf noktasıdır.

İlkini ayın onunda bizim hemşolarla ettik. Bundan önceki yaklaşık 1400 maçtaki gibi adeta bal yapmayan arı gibi oynadım. Sıfır gol, sıfır asist, iki top çalma ve dört bin top kaybı. Üst üste doksan beşinci maçımda da gol atamadım. Sayıları biraz abartmış olabilirim tabi ama oldukça verimsizdim. Daha doğrusu hiç içime sinmedi. Bunun sebebi sanırım kenarda hemşolardan yaklaşık yirmiye yakın arkadaşın bizi seyretmesiydi. Bu gibi durumlarda üzerimde baskı hissediyorum sanırım. Ya da olayı buna yıkıp kaçmaya çalışıyor da olabilirim.

Aklımda kalan çok şey yok o maça dair. Lanet, yenildiğimiz, fark yediğimiz bir maçtı işte. Bu ekiple üçüncü maçına çıkan yeğenim ilk golünü attı, çok sevindi. Son 13 yılda -burda sayıyı abartmıyorum- sanırım üçüncü kez bir maçta yere düştüm. Beni düşüren Metin abi de "Kendim takıldın düştün ben naptım" dedi. Faulle karışık sağlam bir dalmam lazım kendisine sanırım.

28 Eylül 2010 Salı

Bahçeşehir

Lanet olası fakirlerden nefret ediyorum, arabası olmayan, evi kira olan, havyar yiyemeyen, kaplan taşağı yiyemeyen, sefil varlıklar ya. Et yemezler ot yerler hep. Çöpten kıvırcık toplayanları bile "Allah hökhümetimize zewwwal vermesin" der bunların.

Geçen bir müşteriden çıkışta Bahçeşehir'e gittim. Bir arkadaşı beklerden orada hiç elit mekan olmadığından, hiçbir menüsünde herhangi bir havyarlı yiyeceği bulundurmayan fakir mekanı Burger Kink'e gittim. Fakat o da ne gördüğüm tipler birbirinden bağımsız ama sözleşmişçesine aynı lanet olası fakirlikte hareket ediyorlar.

Önce bir anne - kız geliyor. Rahat beş dakika oturduktan sonra en ucuz, en küçük ve en fakir sandviçlerden iki tane istiyorlar. Sonra dışarda bir farkediyorum ki Burger Kink'in yanındaki Migros'tan aldıkları kutu içeceklerle bunları tüketiyorlar. Menü almıyorlar Bahçeşehir'e yakışmayan bu fakir yaratıklar.

Siparişimi beklerken 3 tane 13-14 yaşlarındaki erkek dallama fakir geliyorlar kasaya. Üçünün de yanında Sundea dondurma alacak kadar para var sadece. Birer tane lanet olası soslu fakir dondurmasından alıp gidiyorlar.

Canım sıkılıyor başka bir mekana geliyorum. Meşhur gölün etrafındaki göle sıfır mekanlardan birinde bir lanet fakir çift. Bir görüyorum ki masada iki çay ve bir tabak tatlı var. Tatlı tabağı da ortada. Ah Bahçeşehir sen bunları haketmek için ne yaptın diyorum.

Derken bir çift geliyor ve A4 arabadan bir abla iniyor, abi içerde bekliyor. Abla da gelip yine lanet olası şu sandviçlerden alıp gidiyor arabaya biniyor. Ben de tüm prestiji sarsılan Bahçeşehir'e bakıyorum bunların ardından.

Sana aidiyet hisseden var mıdır acaba sevgili Bahçeşehir? Vardır vardır elbette de, aslında o hissedilen aidiyet midir yoksa insanın kendi kendini pompalaması mıdır. Otur bir düşün.

Kamillere özel not: Geyiktir

25 Eylül 2010 Cumartesi

Ben özgürüm!

Şarkıda diyor ya hani; "o kadar özgür bir o kadar da yalnız kaldık" Hangisi peki önde olan? Özgür ama bir o kadar yalnız mı kaldın, yoksa yalnız ve bir o kadar da özgür mü kaldın? Hangisini önce hissediyorsun? İçin içine sığmıyor mu? Çok mu mutlu oldun? Sen gerçekten özgür kalmış olsan gerek. Emin ol ki gününü gün ederek dolaşmaya, Evliya Çelebi gibi gezmeye devam edebilirsin, senin için sorun yok.

Peki ya benim gibiysen. Herkesin içinde çok iyi, gülen eğlenmeye çalışan, bunları yapabilmek, bunları tetikleyebilmek için birkaç zaman öncesine göre daha fazla, garip bir içsel patlama hissediyorsan. İnsanların yanındayken eğlenmeye en hevesli ortam adamı oluyorsundur. Yapılacak aktivitelere önayak olma çabalarına girişiyorsundur. Daha çok faal olma çabalarına girişiyorsundur. İnternette, arkadaş gurubunda, çalıştığın yerde, her ortamda...

Belki de tüm bunları yapmaya çalışıyorken benim gibi içten içe biliyorsundur, intihara sürüklenme konusunda beginner seviyesine geldiğini. Hayatının boşluğunu sorguluyorsundur ufaktan. Belki de arabayla düz olmayan bir yolda süratle giderken benim gibi 10 saniye gözünü kapatmaya başlamışsındır, yükseklik korkun varken ayaklarını dördüncü katın balkonundan sarkıtıp aşağıyı seyrediyorsundur. Ama sadece seyrediyorsundur. En kötüsü de belki benim gibi ev ahalisi odalarına çekildikten sonra odanda yalnız kaldığında; o yalnızlığı, yalnızlığını, tek başına olduğunu, tek başınalığını, yeryüzündeki sahip olduğun yegane şeymişçesine, dünyadaki en büyük gerçeklikmişçesine hissediyorsundur.

Eğer bu durumdaysan yazık sana be kardeşim.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Ezel has some okazyons

Ezel 2. Sezon 1. Bölüm Analizi

Ezel başladı sevgili dostlar. Birinci sezon 33 bölüm oynadı ben bir bölümünü izledim gününde. Sonra sezon bitince, derhal şirketteki en downlaodçı arkadaşın indirdiği birinci sezon ful paketi harddiskime aldım. Download işlemleri sırasında çekilen çileyi ben çekmediğim için iğrenç bir haz duyduğumu da belirteyim dip not olarak.


Diziye döndüğümüzdeyse şunu gördüm. Eyvallah yine kitaplardan alıntı cengaver replikler. Haluk abi gelmiş, en sonunda gördük ki bizim tiyatro kulübündeki kızların dibini düşüren Kıvanç kardeşimiz katılmış diziye. Şov devam ediyor.

Ama şu var, görebildiğim kadarıyla Ali ve biraz da Tefo dışında herkes hamlamış abi. İstisnasız herkes. Kenan Birkan bismillah daha yeni girdi ısınma turları, tanımaya alışmaya çalışıyoruz; eyvallah. Ezel, Cengiz o kadar hamlar ki. Ezel kendisinin Ömer olduğunu söyleyecek, ama sıfır heyecan. Dizide en beğendiğim adam Cengiz boğulmaktan kurtulmuş, iğrenç yapmacık bir ses kullanıyor; amiyane tabiriyle biz buna götüyle oynuyor diyoruz. Çok da umrunda değil hani. Hamlık hamlık da bir yere kadar be abi. Eyşan öğreniyor gerçeği, Ezel'in Ömer olduğunu filan, harbiden kötü ötesiydi tepkileri ve bu ablamız birinci sezonda hep mel mel bakıyor görünse de zaman zaman kendince şovlar yapabiliyordu.

Ali aynıydı, bıraktığı yerdeydi. Kimisine de bu tipleme yapay geliyor ama 33. bölüm bitmiş adam birsürü tatil yapmış döndüğünde bıraktığı yerden devam ediyorsa helal derim ben. Tefo da aynı tatta devam ediyordu.


Benim diziyi izleyince bu hissiyata kapılmam normal tabi. Neticede son iki ayda 29 bölüm Ezel izledim. Beğendiğim sahneleri tekrar izledim filan. Bir de üstüne üstlük son iki haftada 25 ve sonrasını izledim ki, bu bölümler gerçekten de oyuncuların kamera oyunculuğunun dibine vurduğu bölümlerdi. Herkes döktürüyordu, herkes. Eyşan bile döktürüyordu yani, o derece. Bunların hemen peşinden izleyince bana battı tabi. Diziyi 33. bölümün yayınlandığı tarihten beri tekrar bakmayan izleyiciler çok memnunlar zaten. Ben de beğendim de, bu tezat dikkatimi celbetti paylaştım, ne var lan.

Bölümde Ezel tişörtle koşuyor kilometrelerce, şehir tabelalarının önünden geçiyor, kar yağıyor güneş açıyor filan, net 10 ay filan boyunca aralıksız koşuyor yani; -beyaz pantolon seçimi de ne gereksiz ne salak bir seçimdir bu arada o apayrı- gara varıyor ceket var üstünde. O kadar da olur da diyebiliriz ama bu kadar sağlam bir diziye yakışmadı bence.

Haluk Bilginer'in garda "Seni öldürürüm" repliğinin taklidi yapması dizinin bu zamanki tadına çok aykırı birşeydi ama yedi. Bu ayarda bir ayarsızlığı ancak cengiz karakteri yapabilirdi, ama denememişti hiç. Hoş bir değişik tat oldu dizi için.

Dizinin en güzel diyaloğu da Tefo'yla Ali arasında Ali'nin gırtlağına bir bayan tarafından jilet dayanmışken yaşandı.
- Napiim?
- Orospuyu vur.
- Ya seni vurursam?
- Sonra orospuyu vur.
(Tefo gülümser, Ali'nin arkasındaki jiletli "orospuyu" alnından vurur.)

Sonuçta bu hazırlıksız yakalanma normaldir. İlerleyen bölümlerde zaten başarısını kanıtlamış olan oyuncular coştukça coğacaklardır kanımca.

Dünya üzerine

Bir önceki yazıyı bir buhran anında oldukça sarhoşken yazdım. Dönüp okuduğumda görüyorum ki harf hatasına, virgülüne, küfürüne dokunmadan böyle kalması gerek bu yazının. Her konuda fikrine danıştığım sayın büyüğüm Ufuk bey de yazının bireysel bir manifesto tadında olduğunu söyledi. bu yazı böyle kalsın sık sık dönüp okuyacağım. Dünyaya dair olumlu düşünmeye başladığımda bu yazıyı tekrar tekrar okuyacağım. Olumlu bakmak istemiyorum hiçbirşeye. Aranızda dair hayata dair bir fikri bir amacı olmayan varsa aşağıdaki yazıyı alsın çerçeveletsin, bunu hayatına yön verecek manifestosu olarak belirlesin. Bütün kalkanlar indirilsin. Artislik yapmayın lan.

9 Eylül 2010 Perşembe

Dünya üzeirne bir güzelleme

Böyle dünyanın ben ta .mına koyim. Adaletsiz; insanlara çektiği nefesi bile adaletsiz dağpıtan dünya.. Yaşattığı rahatlık, yaşattığı rahatsızlık, çektirdiği eziyet, hepsi... Herspsi adaletsiz. Bana bir sebep söyleyin: NİYE YAŞIYORUZ LAN, NİYEEEEEE? NİYE LANÇ. nİYE LAN NİYEE. Bu nasıl bir düzendir, bu nasıl bir her boka alışma alışkanlığıdır lan. Bu na lan.

Neye alışmıyorsun sen insn kardeşim? Söyle bana. Alışmadığın ne var ey yavşak insanoğlu? Söyle bana ya. Ölüme alışıyorsun lan ölüme. Varlığa da yokluğa da alışıyorsun. KArakterini siktiğim. Neye alışmıyorsun. Ağzına sçsalar ona alışıyorsun, bolluk içinde yüzsen ona alışıyorsun, esir etseler seni ona alşışıyorsun, katil olsan adam öldürmeye alışıyorsun. HEr şarta her duruma alışıyorsun. Kaypak ibentor.

Yeter lan yetere ya.

7 Eylül 2010 Salı

Metrobüs

İster istemez insanlarla parfüm / ter kokusunu paylaşabileceğiniz kadar yakınlaştığınız bu ulaşım araç grubunda yaptığım yolculuklarda, bir tane dahi güzel anım yok. Ulen altı üstü basit bir şehiriçi yolculuk ne iyi anın olabilir diyebilirsiniz ama tersi yönde birçok anım vardır. 8-10 kez kavgaya denk geldim, iki kez de yolcular ile şoförler arasında olan kavgalara denk geldim. Üstüste binmeye çalıştığımız araçta "Hay skiiim" nidalarını patlatan yolcular ve güzelim bahar rüzgarında ter kokularıysa artık devede kulak. Hal böyleyken aşağıdaki resim çok güzel geldi bana, güzel yakalanmış bir resim olmuş.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Kafana takmayacaksın


Dünyevi şeylerden bahsedilirken bazen derlerki:

- Bunları kafana takmıycaksın ... takarsan orda kalırsın ... kalırsan orda durursun ... durursan ebenin .mını görürsün.
- Ya ne yapmalıyım?
- Yürüyeceksin dostum, etkilendiğin birşey mi var; gördüğün anda oradan uzaklaşacaksın.

Öyle olmuyor be abi, valla en azından her konuda böyle olmuyor. Bugün çok zordu benim için, hayatımda yirminci kez kan verdim. Zorluk kan vermeyle alakalı değil. Son ikisinde aynı sebepten, bir hastam için verdim kanı. Keşke insanın elinden fazlası gelse, hastalık karşısında aciz duruma düşmekten daha kötü birşey yokmuş, bugün bunu -birkez daha- anladım.

Sabah duşunu almış, traşını olmuş, wax jölesini sürmüş, parfümünü sıkmış Kamil kardeşiniz; hasta olan bir aile büyüğüne yapacağı yardımın gazıyla evden çıkıyor. Atlıyor dehşetcengiz arabasına. Basıp gidiyor Cerrahpaşa'ya. Zımba gibi hissediyor kendini. Zira veriyor 450 gram kanı her zamanki gibi 4 dakikada. Kan verme işlemi bitince "5 dakika uzanarak, ondan sonra 5 dakikada doğrulup oturarak toplam 10 dakika dinlenin" diyen görevliye gülümseyerek "Merak etmeyin ben 20 kez kan verdim, idmanlıyım" esprisini yapmamak için kendini zor tutuyor. Sonra kan verdiği hastasını görmeye gidiyor.

Kapıdan içeriye girecekken amcası "Kamil iki dakika sonra gel" diyor. Çünkü hastasının yarasının bandajı değiştiriliyor, hasta kendini yana çevirmiş bacağındaki yarayı doktoruna doğru tutuyor. O arada büyüyen gözlerle kendisine bakan Kamil'in pötrlemiş gözlerine bakıyor ama 70 yıllık hayatını, hastalığını özetlercesine "Ben bunu hakedecek ne yaptım" dercesine bakıyor ve akabinde Kamil yarayı görüyor.

Bir kanser yarası. Allahım. Kapı kapanınca 3-5 saniyede geliyor yaşlar. Bu kadar mı denk gelir. Dağılan hissiyat, ağlayan suratı maymun götüne dönmüş bir Kamil, yine kimseye görünmeden lavaboya yetişiyor; aynaya bakıp, kızarmış gözlerle hayatı sorguluyor. Konuşuyor kendi kendine: Ya takmayacaksın Kamil, ya da ara ara bu kırmızı gözlerle kendini izleyeceksin aynada.

Her iki durumda da bileceksin ama; bir kanser yarası var orada, büyük.

2 Eylül 2010 Perşembe

Netron - 1

Hırsızdır bu firma, yanından bile geçmeyin. Öğrencisine eğitim vermeden senetleri bankaya verir, öğretmenine maaşını vermez. Ben öğretmendim burada. Hırsızdır, hır-sız.

Netron anektodlarını aklıma geldikçe anlatacağım buradan, ama görünce tükürün, lafı geçerse görüş bildirin bu firma hakkında. Fakyu diyin. Ne olduklarını merak ediyorlarsa örneklerle anlatmaya hazırım size. Bir mail atın yeter: kamilgugum@gmail.com

Deniz Naki

Almanya milli takımında oynayan, Dersim'den binlerce kilometre uzakta doğup büyüyen ama Dersim'li olduğunu unutmayan bir adam.


Halısaha Maçı Var

Büyük bir ihtimalle 0 gol, 0 asist (belki 1 olur), 3 top kaybı ve bin üç yüz top kaybıyla oynayacağım bir halısaha maçı olacak bugün sevgili dostlar. Fıtıklı bir belle, maç olaylarına hiç girmemem lazım aslında ama yapacak çok bir şey yok. Atın ölümü her zaman arpadan olmuyor. En kötü maç bittiğinde bu maçı unuttuk triplerine girerim.

Resim aşağıdaki siteden alıntıdır.
http://www.demirhantel.com.tr

Kamer Genç nereli

Sabah evden çıktım işe gideceğim, Zeytinburnu'nun her tarafında bulunan dükkancılardan birçoğunun yaptığı gibi, sabah dükkanını açan ve akşama kadar kapının önünde telsiz telefonla oturup gelene geçene ayı gibi bakan, bayanları ise ayrıntısına kadar süzen elemanın yaptığı muhabbete denk geldim. "Abi o kadar mantıksızlar ki diyor, Kamer Genç orada Tunceli'den bahsediyor." İnternette eski bir video izlemiş, TBMM'deki ne üzerine olduğunu bilmediği bir oturumda Kamer Genç'i dinlemiş bu zat-ı muhterem. Görüntü eskiymiş de, adam Tunceli'den bahsediyormuş da. Niye hep Tunceli'den bahsediyormuş da, vik vik vik. 1938'deki olayı niye örnek veriyormuş da. Kamer abinin Tunceli milletvekili olduğunu bilmiyordu herhalde. Kamer abi Tunceli milletvekiliyken bu olayı örnek veremiyor gündeme getiremiyor, ama özünde bu olay umurunda olmayan insanlar konuşup ahkam kesebiliyor. Tıpkı Tunceli - Dersim ad polemiğinde yine Dersimli olmayanların en çok konuşması gibi.

Ben de Tuncelili - Dersimli olmama rağmen bu elemanla tartışmaya girmedim. Kamer abi üç beş yıl önce gündeme getirdi diye vik vik ediyorsun ama başbakan da bir ay önce gündeme getirdi bu mevzuyu, hem de yine Tuncelili olan birinden Kemal Kılıçdaroğlu'ndan cevap istiyor 70 yıl öncesi için, olayı onun üstüne yıkmaya çalışıyor, onun kabahati gibi göstermeye çalışıyor demedim. Çünkü pilavüstü badem bıyığını bırakmış olan bu adam, yarın CHP tek başına iktidar olabilirse büyük ihtimalle o bıyıkları uzatıp gomünist bıyığına çevirecek, tek haneli IQ'ya sahip bir adamdı.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Devrim


Yazıya başlarken son cümlesi yazılmış; üzerine genel düşünce vs hatırlanıp tekrar bina edilmiş olan bir yazı bu. 31 Ağustos 2010 milattır bu Kamil Güğüm mahlasını kullanan kardeşiniz için. Herşey o gün başladı, ben o gün farkettim herşeyi. Kafadaki herhangi bir olay için; ayın 25'ine gelinmişken "önümüzdeki ay başında başlıyorum/bırakıyorum/yapıyorum" dediğiniz şeyleri düşünün. Değil ulan işte öylesi değil. Al işte benim ki 31 Ağustos. İştir, güçtür, ottur, b.ktur her konuda; artık ben bambaşka bir adamım.

"Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur." Sittir lan. Bitti o devir. Devrim yaptım abi diyorum sana. Kişisel, lokal bir devrim. Her adımımda düşünerek gittiğimden ilk zamanlar zorluk çekiyorum. Ama en azından verdiğim kararlar, yaptığım hareketler hepsi tutarlı.

Geç kalmadım hoşgeldin 2010 da diyorum, hoşgeldin 2011 bile diyorum şimdiden, ama 2009 bile hoş geliyor bana artık. Öyle böyle değil, gazla çalışan arabalar gibiyim. Bambaşka bir adam oldum ben. Herşey farklı gözümde.

Bu başlangıç.